sadsad x
asdasd
Hz. Hüseyin ve Büyük Sınav
   Hz. HÜSEYİN VE BÜYÜK SINAV

   İmtihan kavramını basit ve basmakalıp bir sözcük olarak ele alanlar, gerçekte imtihan sözcüğüne yüklenmiş olan derin ve aktif dinamizmden haberdar değillerdir. İmtihandan habersiz olmamak; “imtihan kurgusuyla hayata kazandırılan anlam ve değerin” idrâk edilmemesi anlamındadır. Hâlbuki hayatın kendisi büyük bir imtihan sathı, eşyanın bizzat kendisi ise bu söz konusu imtihanın “aracı” olarak yaratılmış değil midir?

   Hz. Adem’in sürgünü, Hz. Nûh’un tûfan günleri, Hz. Yûnus’un balıkla yolculuğu, Hz. Eyyûb’un güçten düşen bedeni, Hz. Mûsâ’nın Tûr-u Sînâ-Kızıldeniz-Filistin eksenindeki mücadelesi, Hz. Yûsuf’un karanlık kuyudan Mısır sarayına uzanan yolculuğu, Hz. İsâ’nın kavmi tarafından gördüğü muamele.

   Sonra nebîler sultanı Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tâbi tutulduğu büyük imtihân. Bir insan ve onun sevenleri üzerinde oynanabilecek bütün zâlimce oyunlar, hemen ardından, zorların zoru büyük Medîne Hicreti’ne icbâr edilmesi.

   O’nun önderliğinde, gelecek bütün nesillere apaçık bir cevap anahtarı bırakıldığını anlayabilmek için, basmakalıp düşünce kalıplarını zorlamak ve ufuk ötesi çağrılara gönül açmak gerekir!

   Konuyu sadece hakîkat sathında ele aldığımızda görülecektir ki, dünya hayatına dair değişmeyen ve gerçekçi olan tek olgu, hayatın büyük bir imtihandan ibaret olduğu gerçeğidir.Değişmeyen ve gerçekçi olan dedik; çünkü neticeyi belirleyecek olan tek ölçü budur. Bu gerçekliğin dışında her şeyin değişken olduğunu gözlemleyebilmek için olağanüstü bir çaba sarfetmemiz gerekmez şüphesiz.

   Zira her insanın gerek kendisi gerekse çevresinde bulunan canlı-cansız ne varsa, değişmeye ve değişerek toprağa karışmaya mahkûmdur.
   Ancak hayatın asıl imtihanını, beşerî hayatın rutin sınavlarıyla eşdeğer biçimde algılamak, büyük bir yanılgı olur. Zira ortaya konan karşılık, dünyevi kriterlerle tanımlanabilecek bir karşılık değildir. O nedenle istenen “bedel” de aynı ölçüde nitelikli ve ciddidir.

   “Cennetin satın alınması” veya “Allah’ın cennet karşılığında mü’minlerin mallarını ve canlarını satın alması”, bir kısım ufuksuz insanlar tarafından sadece “zevk-u safâ içerisinde sonsuz bir hayat sürmekten ibaret olduğu” şeklinde zannedilse de; aslında böyle değildir. Bu alış veriş, doğrudan doğruya büyük bir imtihanın tabiî sonucuna işaret etmektedir. Üstelik Allah’ın insanları sınamaya tabi tutması, onları gayri irâdî bir seçime zorlaması şeklinde değil; insanların kendi tutumlarını bilinçli olarak ve özgürce açığa çıkarmaları şeklinde plânlanmıştır.

   Dünya’nın oyun, eğlence, gösteriş, övünmeye teşvik eden, yanıltıcı ve geçici bir yurttan ibaret olduğu, Kur’an’da ısrarla vurgulanmaktadır. Hatta her insan için çok özel konumda bulunan evlâdının ve sahip olduğu malın dahi, onlar için birer fitne; yani büyük sınavın bir parçası ve doğru algılanmadığı takdirde ayaklarını kaydırma ihtimali bulunan birer tehdit olarak tanımlanmaktadır.

   Hâl böyle iken, dünyaya dair geçici heveslerin “sonsuz” bir değerden ibaret olduğu zannına kapılmak, ne kadar da ahmakça bir yanılgı olur!
...

   İmam Hüseyin iktidarla hakîkat arasında bir tercihe tabi tutulmuştu. O bunun büyük bir sınav olduğu bilinci ile davranmış, tercihini Hak’tan yana kullanmıştır. Onun bu imtihânındaki mürekkebiiman, zemini Kerbelâ, kalemi istikâmet; Allah nezdindeki en önemli tanığı ise şehâdet olmuştur.

   Olayı tarihî bir vaka olarak ele alıp, üzerinde pek çok siyâsî-felsefî analizlerde bulunmak çok zor değildir. Nitekim sözü edilen zâviyelerden bakılarak kaleme alınmış sayısız analizler mevcuttur. Fakat bu hâdisenin, önceki paragraflarda zikredilen boyutu ile değerlendirilmesini daha fazla önemsiyoruz. Bu nedenle, Kerbelâ olayını ve bu hâdisede yer alan bütün isimleri bulup çıkarma gibi bir gayret yerine; Kerbelâ’nın kimlere ve hangi eksen üzerine, ne şekilde şerh düştüğünü anlamaya çalışmak gerekir.

   O kendisi için en büyük sınav malzemesini; canını, evlâdını, malını ve önerilen zevk-u safâyı elinin tersi ile itmiş, buna karşılık hakkın hilâfına gördüğü bir dayatmaya boyun eğmemiş ve muhtemel neticeye göre asla saf tutmamıştır.

   Tek paragraflık bu küçük açıklamanın derinliğine doğru analizi yapılmazsa, sıradanlık arzeden tarihî olaylardan birisi ve sadece tarihe ait kılınan bir vaka olarak algılanır. Böyle bir algılama ise, hem İmam Hüseyin’in hem de Kerbelâ kıyâmının hakîkî vechesini karartmak gibi bir yanlışa götürür. Hâlbuki Büyük İmam Hz. Ali efendimiz ve O’nun çocukları üzerinden gelecek nesillere intikal eden çok önemli düsturlar mevcuttur. Üstelik bu düsturlar öyle sıradan ve sadece kendi fıtratlarıyla tanımlanabilecek şeyler değildir. Onlarla zikredilen her bir vasıf, Hz. Peygamber’den intikal eden mirasın bir parçasıdır.

   Bu önemli Peygamberî mîrâsın farkında olmak, kıymetini bilmek ve onu korumak gibi bir yükümlülüğümüz de vardır. Ama daha önce bütün bunları hakkıyla öğrenmek, anlamak ve derinlemesine düşünmek gerekir. Unutulmamalıdır ki, değerli ve güzel bir vasfı korumanın en etkili yolu, onu "ahlâk" edinmektir!
...

   Ehl-i Beyt tanımlaması ile kimlerin kasdedildiğine ilişkin analizler ve tartışmalar tarih boyunca süregelmiş, ancak ne var ki bu tartışmalar ne geriye dönük ne de ileriye dönük kalıcı bir sonuç doğurmuştur.

   Sıhhati güvenilir ilim erbâbınca kabul edilen kaynaklarda nakledilen rivâyetler alt alta konulduğunda, Hz. Ali ve Fâtıma’nın hânesi, Ehl-i Beyt tanımlamasının çekirdeğini ve ilk çerçevesini oluşturduğu, âşikâr biçimde görülmektedir. Hz. Peygamber’in (aleyhisselâm) evlâdı dışında kalan ve pek çok rivâyette Ehl-i Beyt olarak tanımlanan diğer Peygamber yakınlarını, ısrarla Ehl-i Beyt dışında veya Ehl-i Beyt mensûbu olarak gösterme çabaları, onların Allah ve Resûlü nezdindeki değerlerinde hiç bir noksanlık meydana getirmez.

   Onların her biri "üzerlerine yüklenmiş olan yükümlülükleri" hakkıyla yerine getirmiş; Hakk’ın şâhidi olarak Rablerinin katına dönmüşlerdir. Allah onların şereflerini yüceltsin ve onlara birbirinden değerli yüce makamlar lütfetsin. ÂMİN!

   Ehl-i Beyt tanımlaması hangi çerçevede ele alınırsa alınsın; bu çerçevenin çekirdeğini, özünü veya cevherini Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) evlâdı oluşturmaktadır. Mü’minler tarafından Ehl-i Beyt’e ayrı bir önem atfedilmesinin bir sebebi de budur.

   Ancak mü’minlerin bu tanım etrafında yoğun olarak dönüp durmalarının iki önemli sebebi daha vardır: Bunlardan birincisi Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ehl-i Beyt’i hakkında beyan buyurduğu sözler, ikincisi ise yine aynı evlâd-ı Resûl’un kısa aralıklarla uğramış olduğu ihânetler.

   Bu iki bakış açısını dikkate alan mü’minlerin zaman zaman farklı tepkilerle tarih sahnesinde yer aldıkları; bunlardan az da olsa bir kısmının haddi tecâvüz ederek câhilâne tutum takındıkları da bilinmektedir. Ancak bilinen bir hakîkattir ki; genel hatlarıyla İslâm ümmeti evlâd-ı Resûl üzerine hassâsiyetle eğilmiş ve onları daima Allah Resûlü’nün emâneti olarak bellemişler, bunun tabiî bir tezâhürü olarak onları her zaman duâlarına özne kılmışlardır.

   Beri taraftan, Allah Resûlü’nün bu emânetlerine karşı revâ görülen Kerbelâ kıyımındaki ihânetin izahını yapmak mümkün görülmemektedir. Şu kadarı var ki; Hz. Ali’ye uzanan zehirli hançerin, İmam Hasan’a kurulan hâin pusunun ve şehitler serveri İmam Hüseyin ile onun yakın dostlarına revâ görülen kerbelâ kıyımının, aynı zihniyete dair plânın parçaları olduğu şüphe götürmez bir gerçek olarak bilinegelmektedir.
  
   Biz bir taraftan tarihe şerh düşülen bu acı tablonun üzüntüsünü yaşarken; diğer taraftan Ehl-i Beyt üzerinde yoğunlaşan sevgi dolu duygularımızı hem nitelikli, hem şuurlu, hem de doğru eksenden kaymayacak biçimde dile getirmeyi ihmâl etmemeliyiz. Ama önce şu sorunun cevabını doğru yerde aramalı ve derinlemesine düşünmeliyiz: Peygamber evlâdını sevmek, hangi keyfiyete mebnîdir?

   Peşinen itiraf etmek istiyoruz ki, yaklaşımlarımızda ne kadar gayretli olsak da, konunun bazı taraflarında eksik bırakılmış bir yönü mutlaka olacaktır. Okuyucularımızın bu hususu dikkate almalarını umuyor ve Ehl-i Beyt’e olan muhabbetin söz dizelerinde ifade edilmekten çok öte; derin bir özleme ve fiilî bir duâya dönüşmesini temennî ederek, evlâd-ı Resûl hatırasına kaleme aldığımız bu küçücük makalemizi, şu sözlerle tamamlamak istiyoruz:

   Kûfe halkının üç büyük ihânetine tanık olmuştur tarih. Hz Ali’ye uzanan zehirli hançer, Hz. Hasan’a yöneltilen ihânet okları ve Âl-i Beyt’e revâ görülen susuz şehâdet; Kerbelâ!.. Bu Hakk’ın ve tarihin üç büyük şâhidi ile yakın dostları, aynı belde ve civar yerleşke mensupları tarafından birbirine benzer ihânetlere uğramış ve şehîd edilmişlerdir.

   Bu nedenle; evet bu nedenledir ki; o beldenin toprağında hayat sürmekte olan Âl-i Beyt’in şehit kanı, asırlar boyunca aynı belde insanının hafızasında yine aynı tazeliğini ve aynı sıcaklığını hissettirmektedir.

   Merkez Kûfe olmasına rağmen, yeryüzünün diğer bütün köşelerinde de, haince sallanan kılıç şakırtılarının hâlen duyulduğunu hiç bir insaf sahibi gözardı edemez. Zamanı geriye doğru sardırarak Kerbelâdaki büyük zulmü tashih etmek de elbette mümkün değildir. Ancak orada olanları, ibret almaksızın “hiç olmamış gibi” tarihe gömme hakkına da sahip değiliz.

   Bu durumda ödenmesi gereken manevi bir borç, alınması gereken büyük bir ders vardır. Ümmetin fertleri bir an için, ellerini Hüseyn’in yed-i ma’nevîsi üzerine koyarak gönülden biat vermeli, Kerbelâ’da ihânete uğrayan hakkı “sembolik de olsa” hak sahibine iade etmelidir.

   Kanaatimiz odur ki, zaman tüneline girdiğimizi varsayarak Kerbelâ’daki katliama verebileceğimiz en güzel cevap budur. Ancak bunu fanatik bir kavmin, hizbin ya da ekolün zaferi olarak algılamak gibi bir hataya düşmemeksizin; sadece hakkı ehline, yani gerçek sahibine teslim edilmesi şeklinde algılamak gerekir.

   Diğer taraftan, söz konusu vaka ile hiçbir alakası bulunmayan ümmeti parçalamak ve kıyamete kadar sürecek bir düşmanlığa dönüştürmek için “gizli-açık” çabalayan tahrik çetelerine fırsat vermemek; olaylardan ibret almak ve benzer yanlışlara sebebiyet verecek hilelere karşı tedbiri elden bırakmamak gerekir. Allah Resulü’nün ve ehl-i beytinin ruhlarını şâd edecek; gelecek nesillere devredilecek salih amel bu olsa gerektir.

   Bundan sonra her kavim, her topluluk; hasılı her müslüman dilediği şekilde, birlik ve kardeşlik duygularını esas alarak hizmetlerine devam etmelidir. İslâm dünyasının kardeşlik bağlarına ve Ehl-i Beyt’e ithaf edilecek olan “büyük tevbe” işte budur. Mü’minlere yakışan da budur! Aksi takdirde “câhiliye davaları” kıyamete değin süregider. Bunun vebâli de omuzlarımızda kalır...

12 Kasım 2013/10 Muharrem 1435
ALINTI: EVLÂD-RESÛL HÂTIRÂSINA
Salih Küçük









T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.