CEHÂLET ESÂRETTİR
İnsan kimliği, Allah’ın, meleklerini bilgilendirdiği andan itibaren mâsivâda tescil edilmiş ve dünya hayatının öznesi olma hüviyetine sahip olmuştur. Nitekim ilâhî beyanlarda zikredildiği üzere o, yeryüzünde Allah’ın buyruklarını hatırlatmakla; ifsada/bozgunculuğa/dalâlete sebep olacak tüm unsurlara karşı “zamanın en güçlü, etkili ve ikna edici vasıflarını kuşanarak” mücadele etmekle yükümlü tutulmuştur.
Bunun ne anlama geldiğini “kısaca” şöyle izah etmek mümkündür:
a- İnsan yeryüzünün, yani dünya hayatının öznesidir.
b- İnsan, dünyada ikamet eden diğer canlılara/varlıklara oranla çok daha donanımlı yaratılmıştır.
c- İnsana, karar alma/verme hakkı tanınmış; özgür ve yetkili kılınmıştır.
d- İnsan, yeteneklerinden ve yetkilerinden dolayı sorumlu tutulmuştur.
Gerçekte insanın mahiyetini, ilâhî plândaki yeri ve konumunu, yetki ve sorumluluklarını “kâmilen” tanımlama gücümüz yoktur. Zira bizim bilgimiz, beşer idrâkinin sahip olduğu kapsama alanıyla sınırlıdır. İşte bu noktada “hayatın kaynağı” olan ilâhî kudret, sorumluluklarımızı hatırlatmak ve işimizi kolaylaştırmak için “insana özel” mesajlar iletmiştir. Söz konusu mesajların sonuncu ve en kapsamlı olanı, şüphe yok ki, elimizde bulunan Kur’an’dır.
Kur’an insanın insanla, insanın eşya ile, insanın diğer canlılarla, nihayet insanın yaratıcısı ile diyaloglarında tutunacağı tavrı ve takib edeceği yolu “tüm ayrıntılarıyla” ihtiva eden kusursuz bir veri tabanıdır. İnsan bizzat kendisiyle ve hayatına müdahil olabilecek bütün unsurlarla olan irtibatını, “doğruluğu şüphe götürmez” buyruklar da işaret edilen ölçüye uygun biçimde kurmalıdır. Aksi takdirde insanın hem kendisiyle, hem eşya ile, hem de diğer canlılarla “uyum sorunu” yaşaması kaçınılmaz olur. Bu uyumsuzluktan ne gibi sonuçların çıktığını gözlemleyebilmek ve insan hayatına hangi marazların musallat olabileceğini tahmin edebilmek için, ortalama bir insan aklına ve ölçme/değerlendirme kabiliyetine sahip olmak yeterlidir.
İnsan hayatının ele alınması gereken pek çok yönü bulunmakla birlikte, bu makalemizde onun “bağımsızlığı/hürriyeti” üzerinde durmayı; esâret ve bağımsızlık ilişkisini farklı bir yönden ele almayı istedik. Acizane kanaatimiz odur ki, insan hayatına musallat olan bütün marazlarda bu iki mefhumun “yeterince” doğru algılanmaması hayli etkili olmaktadır.
Dünya hayatının bir çok nimetleri bulunmakla birlikte, insan için “akıl ve hür irade” bütün nimetlerin üzerinde bir değere sahiptir. Zira onu yeryüzünün seçkini ve mimarı (halife) yapan en önemli vasfı budur. Diğer yandan, insan kalabilmenin ve “nesnel kümeye” indirgenmekten kurtulmanın yegane yolu da budur. O nedenle insan, aklını ve iradesini bütün baskılardan; hile ve tuzaklardan korumalıdır.
Bağımsızlık ve esaret mefhumlarına iki farklı açıdan bakmamız ve bu iki hususu doğru okumamız gerekir:
a) Fiziksel veya fikri bağımsızlık
b) Fiziksel veya fikri esaret
Şeklen, bağımsızlık veya esaret hallerinin fiziksel sonuçlar doğurduğunda herhangi bir kuşku yoktur. Ne var ki “fikren veya zihnen vücut bulmuş bir esaret vakasının” doğurduğu/doğuracağı sonuçlar, fiziksel esârette bulunmanın verdiği sıkıntılardan çok daha ağır bedeller ödetir. Birincisi “insanın” harici unsurlar tarafından maruz bırakıldığı geçici bir durumu, ikincisi “aynı insanın” bütün değerlerini ve istikbâl plânlarını “kendi elleriyle” başkalarına teslim ettiği çok daha vahim bir durumu ifade eder. Daha açıkçası fikri esâretin bedeli, sonraki nesillerden de tahsil edilir!
Fikri esâreti tetikleyen en önemli unsur ise cehâlettir. Her insanın her alanda; dînî, fennî, felsefî, hukukî, siyasî ve hayatın içinde tezahür eden diğer hususlarda alim/bilgin olması gerektiğini iddia etmek de beyhûdedir şüphesiz. Ancak her insan, zifiri karanlıkta yürürken atacağı adımın hangi zemine temas edeceğini görmekle yükümlüdür. Dolayısıyla her insan, önünü aydınlatacak bir el fenerine; özgür iradesiyle tercihte bulunup dilediği istikamette yürüyeceği bir bilgi düzeyine muhtaçtır. Aksi takdirde, yukarıda zikredilen her alanın bezirgânı/bezirgânları tarafından kıskıvrak kuşatılır ve cehâletin kaçınılmaz sonucu olarak acziyete sürüklenir; sonar da “gönüllü esârete” mahkûm edilir.
Hülâsa, yerzüzünü imarla görevlendirilen şerefli bir varlığın mahkûm olabileceği en ağır zillet cehâlettir. Kur’an nüzûlünün “Oku!” emriyle başlaması, insanın kaybettiği şerefini kendisine iade etmek içindir. Zira cehâlet, insan şerefini iptal eden "kötü huylu" bir esârettir...
06.09.2012
Salih Küçük