sadsad x
asdasd
Af Yasası

Af Yasası?

İnsan yalnız başına yaşayabilen bir varlık değildir. Onun annesi, babası, dedesi, ninesi, eşi, çocukları, kardeşleri, torunları, amcaları, dayıları, teyzeleri, halaları vardır. Her fani gibi insanlar da ölümlüdür ve her insan bir gün sevdiklerinden ayrılacaktır. Tıpkı sevdiklerimizin ve dostlarımızın teker teker bizden ayrıldıkları gibi.

Dünya, hiçbir insanı tatmin etmez. Tahrik eder, ama asla tatmin etmez. Sahip olduğun şeylerle tatmin olur gibi hissedersin, fakat kısa süre sonra bunun seraptan başka bir şey olmadığını anlarsın. Yeniden bir şeylere sahip olmak için emek verirsin, heveslenirsin, ucundan tutarsın, ne var ki bir süre sonra yine elinden kayıp gittiğini görürsün. Bir gün fırsat bulur da dönüp arkana bakınca, yılların su gibi akıp gittiğini, zamanla sahip olmayı arzuladığın şeylerin nasıl da “zamanı” elinden çekip aldığını ve tükettiğini farkedersin. Evet, işin hakikati budur. Dünya hayatı, ‘hayatın sahibini unutanlar için” değirmen gibidir. Kim dünyaya dadanırsa, dünya onu öğütür!

Senin gibi, benim gibi “mutlu olacağını zannettiği şeylerin peşinden koşan” nice tanıyıp bildiğimiz ve sevdiğimiz insan “dünyadan tek bir çivi bile koparıp alamadan” çekip gitti. Evet, işin hakikati budur. Dünya hiç kimseye yâr olmaz. Flört eder, işve yapar, tadımlık lezzetlerle peşine takıp sürükler fakat asla yâr olmaz. Mevkii ve konumu ne olursa olsun, cinsiyeti ve aidiyeti ne olursa olsun, gücü ve serveti ne olursa olsun; dünya hiç kimseye yâr olmaz! Arkada bıraktıklarımız hisse almamız için kafi değil mi? Yerle yeksân olan beldeler, toprağın altına düşen bedenler, tarihten silinen kavimler, dün bizimle birlikte söyleyip gülerken bugün hatıraları nakledilen büyüklerimiz, dostlarımız ve arkadaşlarımız hisse almamız için kafi değil mi?

Bu durumda, şu kısacık hayatı zayi etmeksizin değerlendirmekten başka çıkar yol yoktur. Mutluluğun, huzurun ve kâmilen mutmain olmanın yolu, Allah’sız hayat telakkilerinden ve Allah’ın hoşnûd olmadığı duygu ve düşüncelerden, fiil ve davranışlardan arınmaktır. Yegâne yol budur. Öyle ise Aklımızı, fikrimizi, kalbimizi hasılı tüm benliğimizi Allah ile doldurmak ve O’nun lütfu kereminden doyasıya nasiplenmek icab eder. Zaten başka bir seçeneğimiz de yoktur. Diğer seçenek tatminsizliktir, mutsuzluktur, huzursuzluktur. Nihayet dünyada da ahirette de azaptır.

Peki, Allah nedir ki, biz O’nun varlığıyla kamilen tatmin olalım ve iki cihanda huzur bulalım? Allah yerde ve göklerde nizam kuran, karanlıkta karıncanın rızkını veren, yarattığı bütün canlıların ihtiyaçlarını gören, kullarına sonsuz rahmetiyle muamele eden, aklımıza ve kalbimize hükmeden, yaptıklarımızı noksansız gören, her insanı işlediği fillerden dolayı hesaba çekecek olan; adâleti mutlak, kendi hak olandır.

Madem Allah haktır. Madem hükmün mutlak sahibidir, madem hükmünde hikmet sahibidir, madem boyun eğdiğimiz mutlak ve tek mabuddur, madem iradesine teslim olduğumuz âlemlerin rabbi olan tek ilahtır. Madem varlığımız O’nundur. Madem sevincimizin de kederimizin de sahibidir. Ve madem iman iddiasıyla yola çıktık, öyle ise, Allah ne derse O. Allah hangi konu hakkında nasıl hükmetmişse O. İşimize gelse de gelmese de O!.. İşte iman böyle bir şeydir. O halde, Allah var, gam yok! Şu halde bize düşen, vaktimizi suçlu aramak ve kendimizi temize çıkarmaya çalışmak yerine, suçluyu affetmek ve sadece suç unsuruyla mücadele etmektir.

Dostlarımızın, kardeşlerimizin ve hatta arkadaşlarımızın bize karşı yaptığı bir hata olsa bile, bu durum dostlarımızı silip atmayı değil “onları korumak için” acilen tedbir almayı gerektirir. Yanıp kül olmak üzere olan bir evden veya işyerinden “ne kurtarabilirsem kârdır!” duygusuyla hareket ederken, yanıp kül olmak üzere olan bir dostumuzu “suç unsurundan” kurtarmaya çalışmak, yanıp kül olmak üzere olan dostluğumuzdan bir şeyler kurtarmaya çalışmak çok zor bir şey midir? Yangına körükle giden hiçbir dosta rastlamadım. Bütün dostlar yangını söndürmek ve kardeşlerini muhtemel bir zarardan kurtarmak için seferber olurlar. Öyle ise, dostlarımızın hatalarını “onları yanlışlarıyla başbaşa bırakarak" düzeltemeyiz, günahlarının yangın yerine çevirdiği nefislerine terk edemeyiz.

................................................................

Lakin her mü’min, evvela kendi kusurunu görmeli ve bu hususta “bağışlanma” hakına sahip olmalıdır. Bağışlanma hakkını elde etsin ki, karşı taraf da bağışlama hakkını icra edebilsin. Bunun elbette bir yolu, bir ölçüsü ve bir usûlü; affın da bir yasası vardır. Konu hakkında bize ışık tutan en önemli ve yegâne ölçü, Allah’ın vazettiği ölçüdür:
1- Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile (yaptığınız hatanın farkında olarak ve gönülden pişmanlık duyarak) Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter... ﴾66/Tahrîm; 8﴿

2- Allah’ın kabul buyuracağı gerçek tevbe, ancak bilmeden (farkında olmaksızın) bir kötülük yapıp da sonra vakit geçirmeksizin (pişman olarak) tevbe edenlerin tevbesidir. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Yoksa kötülükleri yapıp (yapıp) da onlardan birine ölüm gelip çatınca “Ben şimdi tevbe ettim” diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbeleri (makbul bir tevbe) değildir. Onlar için acı bir azap hazırladık. (4/Nisa; 17-18)

3- Kim (bilmeyerek) bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra (pişman olarak) Allah’tan mağfiret dilerse, Allahı çok bağışlayıcı ve esirgeyici bulur. (4/Nisa; 110)

Demek oluyor ki, bağışlanma talebi ile bağışlama hakkı arasında kesin bir ilişki söz konusudur. Kulların bağışlanma talepleri kesin bir pişmanlık ve itiraf ile başlar, samimi duygularla bağışlanma talep ederek devam eder.

Bağışlama hakkı ve yetkisi de, affedilme talebinde bulunan kimsenin samimiyetine bağlı olarak, lehine icra edilir. Bu durumda af yetkisini kullanmak, büyüklüktendir. O nedenle Allah, kapısına gelenleri boş çevirmez.

Biz mü’minler bu ölçüyü göz ardı etmeksizin evvela hatalarımızla yüzleşmek ve kendimizi tezkiye etmek mecburiyetindeyiz. Bilahere af dileme hakkımız doğar. Yoksa “Oldu bitti, ne yapalım yani!” mealinde sorumsuz bir anlayışla “kendimizi düzeltme yolunda” hiçbir mesafe katetmek mümkün olmaz.

Mü’minlerin birbirleriyle olan sorunlarda da benzeri yol takib edilir. Bu durum, sadece affedilmeyi değil, affedilme süreciyle birlikte hatalardan arınma bilincini de kazandırır. İşin doğrusu arınma bilincinin kazanılması, affedilmekten daha değerlidir. Zira insanı maddeten ve manaen geliştirecek olan asıl âmil, arınma gayretidir...

.................................................................

Peki birbirimizi nasıl affedebiliriz? Nasıl bir yol takib etmeliyiz? Çare elbette Allah! Yüce Mevlâmız şöyle buyuruyor:

4- Mü’minler ancak kardeştirler. O halde kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’ın hükmüne karşı gelmekten sakının ki, merhamet bulasınız. (49/Hucurât; 10)

Sulh yapmak, barışmak, ara düzeltmek ve kardeşlik duygularını hakim kılmak neden zor olsun. Madem Allah öyle istiyor; amasız, fakatsız O’nun buyruğuna tabi oluruz:

5- İşte onlara, sabretmelerinden ötürü, mükâfatları iki defa (iki kat) verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar. ﴾28/Kasas; 54﴿

Sevgili peygamberimizin uyarılarını ve tavsiyelerini göz ardı etmemiz, biz peygamber dostları için elbette mümkün olmaz. Bakalım yüce peygamberimiz bize ne buyuruyor:

1- Birbirinize buğzetmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize arka çevirmeyin; Ey Allah’ın kulları kardeş olun! Bir müslüman için, (müslüman) kardeşi ile üç günden fazla dargın durması helal olmaz... (Buhârî)

2- İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız! (Buhârî)

3- Müslüman müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu (düşmanlarına) teslim etmez. Kim bir kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir müslümanı sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da kıyamet gününde onu sıkıntıdan kurtarır. Ve her kim bir müslümanın kusurunu örterse, Allah da kıyamet gününde onun kusurunu örter. (Buhârî)

Bir arada yaşayan insanlar hem kendilerine, hem ailelerine, hem yakınlarına, hem komşularına, hem dostlarına, hem de diğer insanlara karşı hata yaparlar. Yapabilirler değil, yaparlar. Bu durum insan olmakla ilintilidir. Zira insan hatası ile vardır. Ki hatasını görüp anlasın, sonra nefis muhasebesi yapsın, ardından Allaha yönelip pişmanlığını ikrar etsin, secdeye kapanıp gözyaşı döksün. Böylece, Allah nezdindeki şerefini ve mevkiini yüceltsin.

Lakin gaflete boyun eğersek aklımız zayi olur, kalbimiz yosun tutar, gözümüz perdelenir. Yaptığımız yanlışların farkında bile olmayız. O nedenle evvela gafletten sıyrılmamız, bunun için de Allah ve Resûlü’nün hükmüne kulak vermemiz icab eder. Gaflet gözlerimize ve kalbimize perde indirir. Bu nedenle Allah’ın hükmüne değil, nefsimizin tahriklerine teslim oluruz. Yukarıda zikredilen âyet ve hadisleri unutmamızın nedeni de budur.

Unuttuğumuz için bize karşı yapılan bir hatayı örtmek ve affetmek yerine, nefsimizi sevindiren bir yanlışa imza atıyor ve misillemede bulunuyoruz. Halbuki mü’minlerin birbirlerine karşı misilleme yapmaları asla caiz değildir. Müslümanlar “Madem o öyle yaptı, ben de böyle yaparım!” anlamına gelecek tavrın sahibi olamazlar. Zira misilleme kafirlere karşı, yani Allah düşmanlarına karşı “savaş hukuku” kapsamında söz konusu olan bir yöntemdir. Üstelik bunun dahi bir ölçüsü vardır. Allah’ın hatırı için, O’nun kullarına merhametle muamele etmek ve af yolunun tutmak gerekmez mi? Mü’minler için Allah’ın hatırından daha değerli ne olabilir!

“Kim bir müslüman kardeşinin kusurunu örter (ve onun kurtuluşunu temenni ederse), Allah da kıyamet gününde o kimsenin kusurlarını örter!” mealindeki ahlâki ölçüyü vaz eden sevgili peygamberimizin hatırı için mü’min kardeşlerimize şefkatle muamele etmek ve bağışlama yolunu tutmak gerekmez mi? Bunu niçin ihmal ederiz? Yoksa kendi kusurlarımızdan emin olmak mı bizleri buna sevkediyor?

Halbuki bir mü’minin kendi kalbini koruması bir yana, mü’min kardeşlerinin kalbini korumak ve onların hata üzere kalmalarına mani olmak da müslüman olmanın icaplarındandır. Bu bağlamda, karşı taraf için “Allah’ın mağfiretini” temenni etmek ve kendini düzeltmesi için dua etmek kardeşlik hukukunun yüklediği bir sorumluluktur. Üstelik “İşte onlara, sabretmelerinden ötürü, mükâfatları iki defa (iki kat) verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar.” ﴾28/Kasas; 54﴿

Kötülüğü iyilik savmak... Bu ölçünün sahibi Allah’tır. Sahibi Allah olduğu için tereddütsüz boyun eğer, gereğini yaparız. Kötülüğe kötülükle mukabele etmek inadı tetikler, kötülüğü azdırır. Ancak şeytanı ve Allah’ın düşmanlarını sevindirir. Allah’ın düşmanlarını sevindirmek ise bize yakışmaz. Allah’ın hükmüne aykırı yaptığımız her işe iblis ve dostlarının kıs kıs güldüğünü görmemek ne büyük gaflettir! Bu durum asla helal değildir.

6- Sen affetmeyi seç (bağışla), iyiligi emret ve cahillerden yüz çevir/onlara aldırış etme! (7/A’raf; 199)

Bize yakışan “kendi adımıza hatalarımızı görmek, dostlarımız ve kardeşlerimiz için af yolunun tutmak; iyi, doğru, güzel ve uygun olan şeyleri tavsiye etmek, bilgisiz insanların ileri geri konuşmalarına aldırış etmeksizin hak ve hakikat adına ” doğru olanı yapmaktır vesselam... Hatalarımızla yüzleşmekten kaçınıyorsak, vay halimize! Affetmeyi beceremiyorsak, vay halimize!

Biz tebliğ ettik. Şâhid ol ey Rabbimiz!

20.11.2015/CUMA
Salih Küçük

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.