sadsad x
asdasd
İslâm Toplumu, Şirk ve Belâ

   İSLÂM TOPLUMU, ŞİRK VE BELÂ


   İslam’ın bir tevhid dini olduğunu biliyoruz. Zaten İslâm ile diğer din veya dinsel keyfiyete sahip iddiaları birbirinden ayıran en temel prensip de budur. Tevhid evrensel bir hakikat olduğuna ve insan Allah ilişkisinde bu kadar büyük bir öneme haiz olduğuna göre, evvela bu kavramla ilgili kısa bir açıklama yapalım.


   Tevhid ilkesini kısaca; evrenin birlik şuuru olarak tanımlayabiliriz. Bunu Allah ile irtibatlandırdığımızda ise Tevhid; yerde ve göklerde yaratılmış olan tüm eşyanın yani zerreden kürreye tüm kâinâtın kesin bir disipline bağlı olarak sadece Allah’ın koyduğu yasalara boyun eğmesini ifade eder. Allah’ın dışında ne başka bir otorite, ne vazedilen başka bir yasa, ne başka bir dayatma söz konusudur. Mikro alemden makro aleme kadar yaratılmış olan her şey, mutlak anlamda Allah’ın koyduğu yasalara tabidir.


   Tevhid prensibinin zıddını Şirk oluşturur. Evrensel otoriteye ve evrensel yasaya düzmece başka bir ortak veya ortaklar öne sürmek, kısaca şirk kavramıyla ifade edilir. Buna göre Allah’tan başka ilah olduğunu iddia etmek ve O’nun koyduğu yasaları beşer mantığının ürünü yasalarla aynı düzeye indirgemek şirktir. Şirk için, çok otoriteli veya parçalı ilah anlayışıdır da denilebilir.

   Toplumsal ilişkiler bakımından Tevhid ile Şirk arasındaki en önemli fark ise şudur: Tevhid birlik sistemini yani yekpare ve uyumlu hareket şuurunu önceler, Şirk ise bozguncu düşünceyi yani kaosu ve düzensiz hareket karmaşasını dayatır.

   Bu kısa tanımlamalardan* yola çıkarak, yeryüzünde yaşanan gelişmeleri tahlil etmeye; özellikle Müslüman toplumlarda vuku bulan üzüntü verici hadiselerin gerçek sebebini “Şirk ve Belâ” kapsamında kısaca tahlil etmeye çalışacağız.

   Müslümanların temel inanç olguları, Tevhid Prensibi ekseninde şekil almıştır. Bu münasebetle birlik duygularının egemen olduğu uyumlu hareket kabiliyetine sahiptirler. İlk bakışta bizde oluşabilecek en makul algı bu yöndedir. Zira gerek Tevhid prensibinin mahiyeti gerekse Tevhid inancının Müslümanlara yüklediği kollektif şuur, böyle bir sonuca işaret etmektedir.

   Ne var ki yüz yılı aşkın bir süreden beri, İslâm coğrafyasının ekseriyetinde tam aksi bir durum gözlemlenmektedir. Birinci ve ikinci dünya savaşlarını; Osmanlı imparatorluğunun parçalanma sürecini ve bu süreçte oluşan irili ufaklı yeni devletçiklerin evveliyetini "başka bir başlıkta ele almak üzere" değerlendirmelerimizin dışında tutarak, yakın geçmiş ve günümüz hakkında Müslüman toplumlarda yaşanan paradoksu anlamaya çalışmalıyız.

   Bu bağlamda; Tevhid birlik şuuru ise, bu parçalanmışlık ve bozgunculuk hali neyin nesidir? Sorusuna doğru cevap bulmalıyız.

  Usuller esas alınmaya başlanırsa, esasta oluşması gereken vahdet şuuru usuller miktarınca paramparça olur. Şeytan ilâhî esasa, yani Tevhîd prensibine veya evrensel vahdet olgusuna sızma imkanı bulamayacağına göre, Müslümanlarca benimsenen bazı usullerin içerisine sızmayı planlar. Sonra mü’minlerin mizaç, huy, algı ve sair karakter zenginliklerine göre takib ettikleri usulleri/tercih ve içtihadları “tevhidin esası” bağlamında anlamaları için yoğun çaba harcar. Müslümanlardan pek çoğunu, önce küfürleşmeye sonra birbirleriyle düşmanlığa kadar götüren akidevi çatışmaların/iktidar savaşlarının bir nedeni de budur.

   Makalemizin baş taraflarında Tevhid ve Şirk hakkında verdiğimiz kısa tanımlara göre; “birlik şuurunun kırılıp parçalanması” şirk kavramıyla örtüşen bir muhtevayı ifade etmektedir. Bizim için hayli paradoksal ve bir o kadar da ilginç olan husus ise, söz konusu parçalanmayı tevhidi öğretiden beslendiğini iddia eden Müslüman toplumlarda görmüş olmamızdır.

   Allah, Kur’an ve Peygamber mefhumlarının Müslümanlar için çok güçlü ve çok anlamlı bir değeri vardır. Bunda hiçbir kuşku yok. Fâtiha sûresi, İhlâs sûresi ve Âyet-el Kürsî başta olmak üzere pek çok âyet-i kerîmede bu hakikate vurgu yapılmaktadır. O nedenle Müslümanların inanç esasları Tevhîd ilkesine dayanır. Tevhid ilkesine doğrudan veya dolaylı olarak aykırı düşen tüm düşünce ve inanç prensipleri bâtıldır; hükmen geçersizdir.

   Fakat Kur’an’ın bu kadar güçlü bir vahdet vurgusu yapmasına rağmen, vahdeti esas aldığını iddia eden Müslümanların “tersinde ısrar edercesine” bu kadar paramparça görüntü vermeleri, izahı çok acı bir durumdur.

   Evet, gerçekte İslâm akaidinin cevherini Tevhîd ilkesi, yani birlik şuuru oluşturmaktadır. Fakat bazı Müslümanların diğer düşünce ve eylemlerine hakim olan unsurlar fiilî şirke dönüşmüştür. Allah bir, kıble bir, peygamber bir. Lâkin bunların işaret ettiği bireysel ve toplumsal vahdet düşüncesi paramparça. Tam da şirk felsefesinin dayattığı vahim sonuç. Otorite kavgası, kesin olarak şirkten beslenir. Çıkar kavgasının, istikbal endişesinin temelleri şirke dayalı bir düşünce ile ayakta kalabilir. Buna kısaca “inançta tevhid, eylemde şirk” paradoksu diyebiliriz. Yani muvahhid gibi iman etmek, müşrik gibi bozguncu davranmak...

   Örneğin kardeşlik bağları, dayanışma bilinci, ve diğergamlık duygusu, aynı inancı paşlaşan mü’minlerin sosyal davranışlarını düzenleyen ilâhî hükümlerden bazılarıdır. Tevhîdî otoriteye iman eden Müslümanların bireysel-toplumsal münasebetlerde birlik şuuru/vahdet oluşturamamaları, vahdet düşüncesinin eylemler aşamasında asıl bağlamından (İlâhî İlke) kopmuş ve böylece parçalanmış olmasından (şirke dönüşmesinden) kaynaklanmaktadır.

   Düşünce ve eylemde, usûle ve teferruata dair farklılıklar ne kadar fazla olursa olsun, tevhid ilkesiyle kurulan ilâhî köprüler (vahdet şuuru) sökülüp atılmadıkça şirk düşüncesinin hakimiyeti asla söz konusu olmaz. Vahdet bilincini oluşturan külli yasa bağlamından uzaklaştıkça, çok sesli benlik kavgası kaçınılmaz olur. Şirk denilen bozguncu dayatmanın arzuladığı sonuç ta işte budur.

   İslâm toplumu ile şirk ve belâ arasında nasıl bir bağlantı vardır? Bu soruya nasıl cevap bulabiliriz?

  Bu sorunun cevabı yukarıda verdiğimiz açıklamalarda bulunmakla birlikte, maksadımızın doğru anlaşılmasına katkı yapmak bakımından gayet kısa ve açıkça yeniden cevaplayalım:

   İman etmiş olmak, toplumsal münasebetlerdeki ahengi sağlamak için yeterli olmaz. Vahdet şuuruyla örülmesi gereken düşünce ve eylemlerimizi şirk düşüncesinin ürünü olan hırslardan veya bozguncu arayışlardan temizlemek icab eder. Bu bir nevi, icra edilen kanunların (eylem) anayasanın ruhuyla (tevhid) örtüşmesi mealinde anlaşılabilir. Aksi takdirde Müslüman olmamız, belaların üzerimize yağmasına mani olmaz.

14.07.2014

Salih Küçük

   * Tevhid ve Şirk kavramlarını, ilgili başlıkları konu alan eserlerden tüm yönleriyle okumanızı tavsiye ediyoruz.

T-Soft E-Ticaret Sistemleriyle Hazırlanmıştır.